menu Menu
Geleceğin kusursuz ayak izini aramak
Yazar Cihan Oğuz Eleştiri, Kültür-Sanat Mayıs 10, 2023 7 dakikada okunur
Ferhat Tunç ile sanatın kitleler üstündeki etkisine yönelik söyleşi Önce İnsansız şiir olur mu? Sonra

Önceden beri sanatçının/edebiyatçının çantasında -plânını yapıp yapmadığı belirsiz- bir ufuk çizgisi gizlidir. Kimi kuramcılar bunu doğal bir açılım olarak görür, kimi kuramcılar da görmezden gelirler. Tek tek şair/edebiyatçı/sanatçı bireylerin yarattığı bu ufuk çizgisi zamanla ortak bir eksene evrilir. İşte o ortak eksen, tartışmanın tam da odağını oluşturur: Gerçekte bir devrimci sanat var mıdır? Sınırları bireyin özüne ne ölçüde uzanır? Yıllar onar onar geçtikçe, geride kalan kuramsal çıkışlar eskimekte midir? Onlar eskidiği zaman, sanatın/edebiyatın dayanak noktası olan ideoloji/felsefe değer kaybetmekte midir? (Bu arada, edebiyatçının bir ‘sanatçı’ olmadığını; sanat denilince resim, müzik, heykel, sinema, görsel tasarım vb. dalların akla gelmesi gerektiğini de vurgulamak gerekir. Edebiyat bizatihi özerk bir alandır; onun dalları da roman, şiir, hikâye, eleştiri, deneme, anlatı ve benzeri uğraşlardır. Bu konsept için -şimdilik- sanatçı diyelim)

            Bu noktada, öteden beri süregelen bir tartışma yeniden hortlar: ‘Devrim’ hayatı yeniden dönüştürmenin adı ise sanat neden bundan bigâne kalsın? Karşı hamle de şudur: Sanat zaten hayatı yeniden dönüştürmenin estetiği değil midir?

            Evet görünürde öyledir de, bunun kendiliğinden ilerlemesi ile müdahale edilerek akış yatağının değiştirilmesi başka başka şeyler sayılmaz mı? Peki, sanat kendiliğinden nasıl ilerleyecektir? Tabii ki sanatçının gayretiyle. O gayrete yön verecek motivasyonun kaynağı/ilhamı nedir? Doğa, aşk, toplumsal ortam, inançlar, ütopya…

            Sanatı devrimci bir izlekte sürdürmenin de olumlu ve olumsuz yanları var kuşkusuz: İdeolojinin esiri olmak ve yaratıcılığı baştan sınırlamak/engellemek gibi. Dünya edebiyatında ve sanatında da görüyoruz ki, toplum denilen cehennemi bireyi ikna etme veya ayar verme konusunda “bastırıcı” ya da “korkutucu” bir silah olarak kullandıkça, aslında sayısal ya da global bir üstünlük/zafer kazanmıyorsunuz; olsa olsa bitişin ya da geciktirmenin gizli azabını yaşıyorsunuz.

            Elbette sözünü ettiğimiz tartışmalarda geçmişten bugüne belirli bir ivme kaydedildi. Toplumsal dönüşümün hızı sanatın hızına yetişemediği için, arada doğan boşlukları doldurmak ise yine sanatçıya düşüyor. Bu konuda tam bir kaotik ortam söz konusu: 90’lardan itibaren sosyalist toplumların travmatik bir dönüşüm ve başkalaşım geçirmesi karşısında -zaten önceden de poetik bir meselesi olmayan- devrimci sanatçı fena halde tökezledi. Üstelik, geçmişteki vulgar (kaba) sanatı savunmayı, küreselleşen kapitalizmin acımasız çarklarına karşı çıkmanın formülü zannetti. Ne yazık ki, onca gelişmişliğe ve kuramsal/poetik ilerlemeye rağmen vulgar sanat hâlâ bir gençlik tutkusu gibi -özellikle- şiirin peşinden pek ayrılmıyor. Bu konuda sinemanın ve müziğin hayli yol kat ettiği ve rüştünü ispatladığı söylenebilir.

            Aslında tartışılması gereken -enternasyonalizme nazire olarak- “küresel sermaye” adını alan ve yeni kimliğiyle çehresine sevimlilik katmaya çalışan kapitalizmin devrimci sanatçıyı nasıl esir ve rehin aldığıdır. Sevgili edebiyatçı arkadaşlarımız yıllardır küresel sermayenin yayın organlarında boy göstermeyi maharet sanıyor. Haydi Nâzım Hikmet ölünceye kadar mücadele ettiği kapitalizmin en başat kurumu olan holdinglerin ve bankaların tüm şiirlerini ve eserlerini yayımlamasına itiraz edemez; peki Yapı Kredi Yayınları’nın Kitap-lık dergisinde yazmanın ve/veya şiir yayımlamanın devrimci sanatla, muhaliflikle, anarşizmle ne ilgisi var? İş Bankası’ndan kitap çıkarmanın toplumsal dönüşüme katkısı nedir? Yapı Kredi Yayınları’ndan kitap çıkarınca ya da toplu şiirleriniz yayımlanınca boncuk mu kondurmuş oluyorsunuz? Bu tutumun sağcı bir iktidar partisinin etkinliğinde gönüllü olarak şiir okumaktan ne farkı var?

Hepimiz domuz gibi biliyoruz ki, geçmişteki kapitalizm de, bugünkü küresel dünya da sizin kaotik ve karışmış kafalarınızı sizden iyi tanıyor. Yemi nereye bırakacağını iyi hesaplıyor. Türkiye’de bunun milâdı 12 Eylül 1980 askeri darbesidir. O tarihten sonra bilincinin yarısını Hürriyet Gösteri dergisinde, yarısını da -vicdan rahatlatmak için- az satan dergilerde veya fanzinlerde bırakan edebiyatçı, 90’larda sosyalist ülkelerdeki iktidarların yıkılmasıyla birlikte rahatladı. Meydan artık kaosa kalmıştı çünkü. O kaostan da küresel sermaye galip çıkmayı başardı. Küresel sermayenin yayın organlarının çoğunlukla “devrimci” edebiyatçıları/sanatçıları tercih etmesi elbette derin bir çelişkiydi; ama devrimci edebiyatçıların/sanatçıların küresel sermayenin dergilerine girmesi sadece çelişki değil açık bir hezimet oldu.

Irkçı çizgide fink atanlar

Bu çelişkiler/hezimetler dünyasında, ortada tartışılacak başka bir şey yokmuş gibi, muhtemelen damarlarında üstün kan bulunduğunu sanan kimi edebiyatçılar, muhalif yazar ve şairlerin toplumsal itirazları karşısında milliyetçi ve ırkçı bir pozisyon almaya başladılar. Türk edebiyatı/Türkçe edebiyat gibi son derece sığ, anlamsız ve boş tartışmalarla kafa ütülediler. Bunun başını da, sermayenin amiral gemisi Hürriyet’te bir zamanlar köşe yazıları yazan şair/çevirmen Özdemir İnce çekti. Hiç utanıp sıkılmadan, Nâzım Hikmet’in Ermeni katliamı konusunda yazdığı dizeleri bile tahrif etti. Onur Caymaz, sosyal medyada eli kanlı bir faşistten bile daha tahammülsüz paylaşımlar yaptı; 2. Abdülhamid döneminde cirit atan bir muhbir gibi vicdan sahibi sol edebiyatçıları ve şairleri namussuz, alçak ve yavşak ilan etti.

Perinçek tayfasının toy müridleri, üstelik sol adına, hâlâ kendi edebiyat dergilerinde ve sosyal medyada, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi dönekleşmeyen sola öfke kusmakla meşguller. Sırtına ırkçılık rüzgârını alıp hiç utanıp sıkılmadan solun tarihî geleneğine meydan okuyan bu andavallılar, güncel olayların akışı karşısında dik durmayıp, soy yarışı yapacak kadar pervasız hale geldiler.

Akıllarda deli sorular

Peki, geleceğin kusursuz ayak izini aramak ne derece mümkün? Sanatın devrim yapma gücü olmadığını bugün hemen herkes kabul ediyor; ama siyasetin taşınabilir belleği olmadığı da ortada. O halde niçin herkes sanattan çok şey bekliyor? Veya artık bekleyen kaldı mı? Çokyönlü ve serinkanlı bir değerlendirme yapıldığında -buna özeleştiri de diyebiliriz- bocalayıp duran ve bir türlü dizginleme fırsatı yakalayamadığımız (böyle bir şey mümkün mü, o da ayrı tartışma konusu) hayata karşı itirazımızı ne kadar diri ve derinlemesine yapabilirsek, galiba o kadar sahici bir sanat eylemi gerçekleştirmiş olacağız.

Sanatı devrimci kılan da bu sahicilik duygusu/tutkusu değil midir?

O halde?


Önce Sonra

keyboard_arrow_up