menu Menu
İnsansız şiir olur mu?
Yazar Veysel Çolak Edebiyat, Eleştiri Mayıs 10, 2023 13 dakikada okunur
Geleceğin kusursuz ayak izini aramak Önce Silikon Devrim Sanatı Sonra

Türker Alkan‘ın “Şiirsiz devrim olur mu?” adlı yazısının at­lanmaması gerekiyor. (1) Çünkü bir köşe yazısıdır, bir edebi fık­radır sözleriyle geçiştirilemeyecek nitelikte. Ayrıca ‘türünün’ dı­şına taştığı da önemsenmeli. Günlük, geçici bir olguya ilişkin kişisel görüşler değil Türker Alkan’ın söyledikleri. En azından, sadece bunlar değil. Bilimsel araştırmaları gereksinen bir ‘so­run’ irdelenmek isteniyor. Ekonomik, politik, psikolojik, kültürel boyutları var. Toplumsal ve bireysel nihilizmi boşlukta bıraktı­ğı oranda gündeme getirdiği de düşünülebilir. Türker Alkan’ın fıkrası, çağrıştırdıkları düşünülünce, yüzeysel bir sorgulama olmaktan öteye gidemiyor. Belkili bir yazı. Ve psişik bir temellendirilişi var. Beni ilgilendiren ‘şiirsiz devrim’ tamlaması.

 

Türker Alkan “Devrim sadece bir ideoloji, bir siyasi prog­ram, örgütlü bir hareket değildir. Devrim, aynı zamanda bir şi­irdir, romantizmdir, güçlü tutkuların ayağa kalkmasıdır, bir tür orgazmdır.” diyor. Bu sözlerde; devrim, şiir, romantizm, güçlü tutkuların eylemsel yaşanışı, orgazm, birbirine eşitleni­yor. Bir açıdan, bu, doğru belki de. Tek boyutlu düşünülünce bütün bütüne doğru. Ama nesnelerde olduğu gibi insani olgular­da da birden çok boyutun bulunduğunu tartışmaya gerek yok. Böyle olmasına karşın ‘devrim, şiir, orgazm, romantizm’; ‘düş’ ortak paydasında toplanabiliyor. Daha doğrusu, şiir, devrim, or­gazm, romantizm düşsel olana eşitleniyor. Kısaca düş oldukla­rı, düşsel bir sonuç oldukları savlanıyor. Bunda bir doğru saklı: Şairler ve devrimciler, bilim adamlarından daha düşçüdürler ve onların düşleri bulaşıcıdır. Ama kitleleşmeye ve maddi bir gü­ce dönüşmeye açıktır da. Bu arada gerçek şiirlerin ve devrim­lerin nesnel birer karşılık oldukları da açıklık kazanıyor. Yani şiirlerin ve devrimlerin kaynağı maddi nedenlerdir. Gerçeğin imgelemde değişmesi sanatı (şiiri); koşulların (üretim ilişkile­rinin ve türevlerinin) değişmesi de devrim’i karşılamaktadır. Hayatın bütün birimlerinde yaşanan oluşum bireysel ve top­lumsal etkinliği tanımlıyor. Sonunda da ele geçirilen ‘değişim’ süreci, insanı yücelten biricik olanak, biricik ortam oluyor. Böyle bakıldığında bir yenidünya aranışları daha doğru anla­şılıyor. Glasnost, perestroyka ve Castroyka kavramları Türki­ye’ye bir kültür öğesi olarak girdi. Ekonomik altyapıyla hiçbir ilişkisi yok. Türkiye hâlâ kapitalizme ayak uydurmaya çalışır­ken, elli yıldır küçük Amerika olma çabası verirken, sosyalist bloktaki ekonomik ve ideolojik kaynaklı kavramları nesnel ola­rak karşılaması düşünülemez. Ne yazık ki daha baştan bu yan­lışa düşüldüğü ortada. Oysa yapılması gereken sosyalistlerin, düşünce sistemlerini gözden geçirmek olmalıydı. Buradan yola çıkıldığında söylenecek her söz Türkiye’de üretim ilişkilerini sınıfsal yapılanmayı temel almak zorundaydı. Çünkü bütün toplumsal devrimler ulusaldır, ulusal olmak zorundadır. Bu, bi­çimsel olarak kesinlikle böyledir. Bireyi öne çıkardığı için evrensel bir içerik taşır ama ulusallığından bir şey yitirmez. Bu yüzden glastnost, perestroyka, Castroyka kavramlarının kültür yaşantımıza girmeleri, getirdikleri ve götürecekleri hesap edile­rek, sorgulanmak gerekmektedir. Çünkü Türkiye’de üretilen düşüncelerin yaşananla paralellik içerisinde olduğu söylenemez. Kişinin kendini kurması kitlesel bir karşılık bulamıyor. Bu yüzden ‘her şey’ imgelemde gerçekleşiyor. Bu, Türkiye gibi ülkelerde şiiri beslerken (Türk şiirinin bu düzeyde olmasının ne­deni budur.) bir idealizmi de beraberinde getiriyor. Diyalektik ve tarihi materyalizmin dışlanmasına varıyor. Şiirimizdeki yan­sıdığı gibi kullanılan dilin olgu ile ilişkisi içerisine girememe­si ya da bütün bütüne yavanlığa düşmesinin nedeni budur. Bir yanda yazılan ama yaşamayan bir şiir, diğer yanda ise yazıldı­ğı an eskiyen bir şiir var. Tarihsel perspektif atlandığında ve değişmeyen tek yasanın değişim olduğu unutulduğunda varılan yer çıkmaz oluyor kısaca. Bunun aşılması, insanın çıkmazının da aşılması olacak. Bu yüzden şairlere düşen, yaşamın parça­lanmışlığından çıkartılacak örgütlülüğü -şimdilik düşsel de ol­sa-  şiirlerinin biçim ve içeriğinde yansıtmak, daha doğrusu öz­leneni karşılamaktır. İşte bu noktada imgelerin parçalaması gündeme gelmektedir, imgeler, bireyselliği çağrıştırsa da, top­lumsaldır. Toplumsal yaşantının getirip dayattıkları karşısında çok çabuk üretilirler ve koşullayıcı bir içeriğe sahip olurlar. İm­gelerin, açığa çıktıkları süreç içerisinde canlı kalmaları halinde devrimci bir gelişmeden söz edilemez. Bu nedenle şaire düşen görev, ürettiği imgelerle yaşanan sürecin dışına çıkmak ve bu­nu kitleleştirmektir. İnsansız devrim yapılamayacağına göre, bu görev şaire düştüğü kadar, öncülere de yüklenmek gerekir.

Yaşanan gerçek henüz değişmemişken, onun imgelemde değişmesi gereklidir. Şairlerin daha çok yaptığı budur aslında. Bu noktada şunun açıklanması, anlaşılması gerekiyor: Karşı çıkan, aykırı imgelerin yaşama sokulması, nesnelliğini oluş­turduğu karşıtlıktan almaktadır. Böyle bakıldığında şiire sokulmak kolaylaşacak, insanın yüreği ısınacak, umudu pekişe­cektir. Şiir bu anlamda vardır. Şiirde insan bu anlamda olmak durumundadır. Ancak o zaman bireyin kendini seçmesinin bir anlamı olacak; yaşama biçimi (tragedyası) nedenleri ve sonuç­larıyla açığa çıkacaktır.

Türker Alkan Çe, Ho, Fidel ve Mao‘nun 1960’lı yıllarda çok ünlü olduklarını ve bu liderlerden bir kısmının şiir yazdığını söylüyor. Ayrıca K. Marks’ın aşk şiirleri yazdığı da söylenebi­lir. Böyle olunca şair ile devrimci, devrim ile şiir birbirine eşit­lenebilir. Ama düz mantığa yaslanmak gerekiyor o zaman. Çün­kü bunun karşıtını söylemek de olanaklı. Bu durumda kimlik­ler ve edimler, genellenemez. Anlaşıldığı üzere belirleyici ve açıklayıcı olan bireylerin yaşam biçimidir. Sanatın, eylemlerin önemi sanatçının (eylemcinin) yaşamında açığa çıkar. Onların tinsel ve düşünsel gereksinmelerini karşıladığı oranda da iste­nen sağlanmış olur. Bu bağlamda başarı ya da başarısızlıktan söz edilemez. Çünkü kim adına olursa olsun, birey seçtiğini ya­şamıştır. Öncelikle kendine dönüktür. Örnek vermek gerekir­se, şair şiirini kendi için yazıyor denebilir. Herhangi bir şekil­de harcayacağı bir zaman kesitini şiire dönüştürmek istemiştir. Yaptığı budur. Bu bir ressam, bir heykeltıraş… için de geçerlidir. Bu gerçeği kabul ettikten sonra, şiire (sanata) daha geniş bir anlam arama hakkı doğar. Sanatın toplumsallığı o zaman tartı­şılabilir. Bireyci gerçek şairlerin önemi bu yüzden yoksanamaz, yoksanamamakta. Çünkü yaşamın bir boyutu da budur. Toplumu geçmiş ve geleceğini hesap eden şiir ise kitleleşmek şansına sahiptir ama şairin bireyselliğini hiçbir zaman dışla­maz. Bir öniçerik olarak şiirin dokusunda şairin bireyselliği varlığını sürdürür. Devrimcilerin bireyselliği de bu bağlamda algılanmak gerekir. E. Che Guevara’nın yaşamı ve seçtiği ya­şam biçimi oldukça tipik olduğu için, düşünülebilir. Şimdi Che için, bir serüvenciydi, düşleri uğruna öldü demek, yüzelsel kalmayı getirir. Che’nin şiir yazdığı, dağlarda Dostoyevski oku­duğu, serüvenci olduğu, düşler kurduğu doğrudur. İnsanla ilgi­li daha birçok şey sıralanabilir burada. Ama bunların hiçbiri Che‘nin yaşamını tanımlayamaz Çünkü o, bunların tümünü ya­şadı. Öyleyse Che bunların tümünü yaşamayı seviyordu ve yaşadı. Öncelikle kendi için yaşadı. Yaşamının içeriği toplumsal bir boyut kazandıysa bu, onun anlamlı bir ömür sürdüğünü açıklamaktadır sadece. Küba devrimini gerçekleştirip bakan ol­duktan sonra sıkılması, kalkıp Bolivya’ya gitmesini anlamanın başka yolu yoktur. Küba’da bakan olduktan sonra kalkıp Boliv­ya’ya gitmenin anlamsız olduğunu söylemek yanlış olur. Çün­kü onun bireyselliğine müdahale etmek anlamına gelir bu. İşte buna kimsenin hakkı olamaz. Şairin, şiirine müdahale edilmesi­ne izin vermediği gibi… J. Paule Sartre‘ın kalkıp Che‘yi gör­meye gitmesinin nedeni de budur kısaca. Che‘nin şiirini anlama çabasıdır.

Toplumsal düş’ler değişmez. Ancak terk edilebilirler. Bunu yapan, yaşayan kişi de ister istemez, birikiminin dışına düşer. Tragedyasını değiştirme sürecine girer ve bireyciliğe varır sonuçta. Bireyin düşünsel yapısında gerçekleştirilecek köklü değişim tinsel yapısında sağlanamaz. Türker Alkan’ın içtenlik­le anlamaya çalıştığı “… bomba atan, gizli örgüt kuran, hapis yatıp işkence görmeye devam eden gençlerin…” yaşadıkları toplumsal bir düştür. Ayrıca tinsel yapılarıyla da düşünsel ya­pılarıyla da organik bir ilişki üzerine kuruludur. Belli bir nokta­dan sonra o gençlerden başka bir platforma geçmeleri beklene­mez. Bu hem kolay değildir hem de somut koşullardan yoksun olması söz konusudur. Örneğin, üretim ilişkileri, demokrasinin nispi işleyişi… Ayrıca bilinçli olarak, bir devrimcinin yaşamı­na sahip olmayı istemeleri az şey değildir ve aptalca bulunamaz. Öyle yaşamak bir orgazmdır belki de. Bir şiirdir. Yaşaya­rak yazılan bir şiir, ölünerek… Ya da doğrunun yanlışı gösterdiği oranda yanlışın da doğruyu göstereceğine olan inancın açığa çıkartılmasıdır yaptıkları. Türkiye için düşünüldüğünde, halk; öncülerin yaşamadan söylediklerine inanmadı hiç. Bu da bir neden, önemli bir neden olarak düşünülebilir. Bu noktada genç­lerin yaptıklarını sorgulamadan önce; onların seçtikleri yaşam biçimini sunan koşulları iyi tanımlamak gerekmektedir. Eğer seçtikleri yaşam biçimi yanlışsa, asıl yanlışın koşullar olduğu­nu anlamak ve üstüne gitmek gerekir. Varsa eğer, doğru bir yol­la. Gereksinilen budur.

Kitap satın alırken korkan, çevresindekilerden kuşkulanan, düşündüğünü söylemesine hiçbir zaman izin verilmeyen kişi ister istemez şiirin gizemine ya da aleniliğine sığınmaktadır. Geri bıraktırılmış ülkelerde yaşanan budur. Egemenliği ve gayrı milli hasılayı, üretim araçlarını elinde tutanlar, kültürleri­ni belirleyici kılarken; gerektiğinde zor kullanırken, böylece do­ğal yaşama hakkını hiçe saymaktadırlar. Bunun karşısında umarsız kalan insanın yanlış yapması doğal olmaktadır. Ya su­nulan kültürel değerleri kabullenecek, lotaryacılığın peşine dü­şüp yaşamını sürdürecek ya da nihilizme düşecektir. Bu çerçe­vede kalındığında yanılgıların ve yanlışların yaşama eklenme­si kaçınılmazdır. Genellikle olan da budur. Bir de, bireyin aranışlara yönelmesi gündeme gelebilir. Aslında bu yeni bir seçe­nek oluşturma çabasıdır. Birey kendinden işe başlama noktası­na gelmiş olmaktadır böylece. Artık, olanların ve kendinin farkındadır. Bugüne kadar peşinde olunan imgeler birdenbire ge­çerliliklerini yitirme noktasına varmışlardır. Kapitalizme ina­nanlar kapitalizmin, sosyalizme inananlar sosyalizmin, dine inananlar ise dinin getirdiği imgelere karşı büyük bir düş kırıklığını yaşamaya başlamış durumdalar. Politik imgeler ise bü­tün bütüne bir yalan olarak tanımlanıyor günümüzde. Daha da önemlisi bilimsel imgeler ne denli gerçek olurlarsa olsunlar, korkutucu olmaya başlamış, artık güven vermekten de oldukçauzaklaşmışlar. Atom bombasının bulunması artık o kadar önemli değil. Nükleer fizik, biokimya kimsenin, hiçbir sınıfın mülk edinemediği havayı yok ediyor. Bilim, sanki insanlığın ölümünü hazırlıyor. Kitlelerin algıladığı imge şimdilerde bu. Tümünün değişmesi gerektiği inancının hızla yaygınlaştığı bir noktaya varılmış bulunuluyor. M. Gorbaçov bunun farkında, D. Ortega da… Yeni bir imge arayışı içinde herkesin. Marks’ın, Marksist olmadığını söylemesini doğru anlamak ge­rek. Çünkü Marksizm aranan imgenin başlangıcındadır hep. Bir kişi tarafından, nesnel karşılık olarak açığa çıkartılmış il­keler toplamı değildir. Yoksa yaşamın getirdikleri karşısında gerekli ve kaçınılmaz olan yenileşme dışarda bırakılmış olabi­lir. Dünyanın benimseyeceği ortak imgelerden söz etmek henüz erken olduğu için, ulusal özellikler göz önünde bulundurularak birden çok Marksizm’in ortaya çıkmasından korkmamak gere­kiyor. Öte yandan ihtilalciliği ile hâlâ kendini yenilemesini be­ceren kapitalizm var oldukça adaletsizlik, eşitsizlik; Türker Alkan’ın saydığı “Fuhuş, kumar, suç ve suçluluk, intiharlar, insa­nın yabancılaşması, bencillik, paragözlülük, hırsızlık, mutsuz­luk, enflasyon, işsizlik, yolsuzluk, cinayet, sömürü, baskı…”; bi­reyin yitişi devam edecektir. Buna karşı, yeni yeni imgeler edi­nerek Marksizm var olacaktır. Marksizm’in yok olması, onu ya­ratan koşulların yok olmasına bağlı çünkü.

Gereksinilen imgeleri yaratmak, şimdilerde daha çok şairle­re düşüyor. İlk imge insandır! İnsansız şiir, şiirsiz devrim ola­maz.

 

NOTLAR

Türker Alkan, Güneş Gazetesi, 2 Mart 1990


Önce Sonra

keyboard_arrow_up