menu Menu
Silikon Devrim Sanatı
Yazar Işıl Ezgi Çelik Kültür-Sanat Mayıs 10, 2023 10 dakikada okunur
İnsansız şiir olur mu? Önce Nebil Sayın: "Hangi sahnede hangi ustanın öğretileri işime yarıyorsa onu kullanır, üzerine kendimi koyarım." Sonra

‘Ne? Cesetleri mi getirmişler?’

Devrimci bir aileye doğdum; devrim ne demek pek bilmiyorum. Birbirini eşya gibi kırıp parçalayan devrimcileri biliyorum. Devrim adına evde tek başına bırakılmış bir çocuğun yalnızlığını biliyorum. Varoluş sıkıntıları, iç batışlar, yaptığın her şeye yapışan insansızlığı, onunla gelen anlamsızlığı falan çok iyi biliyorum. ‘Devrim de sanat da ölmedi mi, daha ne yazacaklarmış’ dedi. Haftasonu Londra’da Deutsche Bank’ın sponsoru olduğu bir sanat fuarında, bol sıfırlı klasikler ve fiyatlarını onlarla yarıştıran çağdaş sanat eserleriyle yan yana duran lüks tüketim ürünleri arasında dolaştık. Sergi salonlarından birini tek başına dolduran yeni model elektrikli BMW karşısında koltuğa yayılmış arabayı izleyip şampanya içerken ayaklarını dinlendiren sanat severleri izliyorduk biz de. Devrim beni sakatlamıştı, kavradığımı sandığım hiçbir şeyi tutamıyordum. Karanlıkta ilerlerken evimin ışığı giderek küçülüyordu ve bana hiçbir zaman  sahip olmadığım bir şeyi kaybetmişim gibi geliyordu. Hiç gitmemiş olduğum bir yere asla dönemeyeceğimi düşünüyordum ve bu beni nedense kahrediyordu. O, hayatın nasıl olup da bu kadar dandik olabildiğini ve insanların yaşamın dandikliğini nasıl bir hevesle kucaklayabildiklerini anlamıyor; biraz daha iyi hissedebilmek ve devam edebilmek için yıllardır her gün bir avuç reçeteli uyuşturucu yutuyordu. Aklının içinde bir fanusun içinde gibi her şeye uzak ve güvende hissetmeyi vaat ederek onu aşağılardan çekip çıkaracak yanılgılara yaslanıyordu. İçindekilerin kendi kendini yuttuğu bir çukurun dibinde karşılaştık, her şeyi paylaştık. En çok da tüm varlıklarıyla sevdiğimiz insanları. Birbirimizi dövüp birbirimize sövdüğümüz olmadı. Birbirimizi kırmaya çalıştığımız oldu ama, birbirimize kırılmadık. Gözü dönmüş ve sana yönelmiş bir öfkeye değil, onun arkasında bildiğin bir yüzün çektiği acıya bakmak, o ağrıyı tanımak. İçindeki insanlarıyla şehirler ve fikirler düşüp üzerimize yıkılırken birbirimize en azından bunu verebildik.

Sosyalist devrim önce bir erken geldi şimdi de geç kaldı derken iletişim teknolojileri insanlığı kültürel bir devrimin kıyısına sürükledi zaten.  Üretim araçları değişti, üretimin, yaratımın anlamı değişti, sanat ve şiir değişti, değişiyor, yeni bir dünya kuruluyor. Bir kez daha. Yaşayışımız, düşüncemiz, evreni algılayışımız, insanlığımız değişti, değişiyor. Bir kez daha. Bu değişim kimileri için daha fazla özgürlük bazıları için daha fazla ıstırap demek. Bu değişim dünyanın her bir ucunu bir an içinde birbiriyle temas ettirebilirken, kırılgan tekil varlıklarımızı birbirinden görülmemiş bir uzaklıkla ayırıp paramparça ediyor. Sersefil çoğunluğun gözü piyasanın parlak ışıkları altında sırıtan yırtmışlarında, birbirinin acısına kayıtsız insanlık. Yolsuz çoğunluğun gözü nerde ne içilir, bugün yine ne giyilir, ne yapılsa yeridiri anlatan görünmekten yaşamaya vakti kalmamış modern gurular ve kendini ve birbirini aynı güven ve coşkuyla satan pazarın bilgelerinde. Yarattığı yeni dünyanın açtığı olasılıklar evrenine kapalı insanlık; pazar çağırıyor gidiyoruz. Kapitalin yönünde akıyoruz. Yarım ada’da insanları yalnızca yoksulluğa değil her anlamda açlığa sürükleyip terk edenler dünyanın tepesinde yeryüzünün nimetlerinin suyunu sıkıp afiyetle içen çağdaş kralları oynuyor. Tarihsel özgürlüğümüzü ellerimizle onlara sunuyoruz. Bir kez daha. Evet, ‘biz yeni bir hayatın acemileriyiz, bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor, şiirimiz, aşkımız yeniden, son kötü günleri yaşıyoruz belki, ilk güzel günleri de yaşarız belki’. Belki. Ama yaşanacaklar son kötü günlerse bile bazılarımız için uzun sürecek ve sert geçecek gibiler.

Karbon bazlı devrim ve sanat öldü. Onları sembolik dünyamıza, kollektif bilincimize gömelim artık ki silikon bazlı bir sanatı ve devrimi yönetebilelim. Sanat yönetimi, iklim yönetimi, ilişki yönetimi, zaman yönetimi, kültür yönetimi derken al sana devrim yönetimi. Ama o pazar diye biliniyor zaten. En azından silikon devrimi ve silikon bazlı hayalleri pazar yönetiyor. Bir silikon devrim sanatı pazar. İçi dışı yok, yeraltı yerüstü yok. Hepsi pazar. Hepimiz pazarız. Programcılar silahlanıyor. Kimi meraktan, kimi yanlışlıkla, kimi ciddi bir güç istencinin çağrısına kulak vererek. Geriye kalanlar izliyor ve köşe kapmaca oynuyor. Sanatçılar silahlanıyor. Kimi çığırtkan pazarcılara dönüşmek ve varını yokunu satmak, kimi yeni bir yaşam ve başka bir dünya fikrini canlı tutmak için. Çünkü içindeki insanlarıyla şehirler ve fikirler düşüp üzerimize yıkılırken yalnızca geçmişe değil geleceğe de borçlanmış olmak, yalnızlık, ve anti depressanlar aklımızı uyuşturuyor, unutuyoruz. Bizi her yönden sıkıştırıp baskılayan yaşam eğip büküyor, yamultuyor, hatırlamıyoruz. Tek yapabildiğimiz sosyal yüzümüzü cilalamak ve kırık dökük varlığımızın ve titrek arzumuzun arkasında durmaya çalışmak. Deniyoruz. Yaşamı terk etmemeyi ve yeni bir yaşamı arzulamaktan vaz geçmemeyi. Yapabildiğimiz bu. Hiçbir merkezin ve bağlantı noktasının olmadığı bir evrende varlığımıza yön vermek. Pazarın çatlaklarında yerleşmek ve beklemek. Neyi beklediğini, ne kadar bekleyeceğini bilmeden. Hissettiğimiz kadar yalnız mıyız? Dünyanın başka yerlerinde başka bir yaşam arzulayan insanlar yok mu? Var. Dünyanın her yerinde başka ilişkiler ve başka bir sanat, başka bir şiir arzulayan insanlar var. Ve geriye kalan hepsi yalnız hissetmeni istiyor. Yeterince yalnız hissettiğinde zayıflayıp kırılacağını ve başka bir yaşamı düşünmekten vazgeçeceğini biliyorlar. Onlara neye dönüştüklerini gösteren aynaları unufak etmek istiyorlar. Ve evet pazar dokularımıza işlemiş bir hastalık gibi nefesimizi kesiyor, kalbimizi sıkıyor, kafamızı bulandırıp bizi koşarak gitmek istemediğimiz bir yere sürüyor. Karşı koyamıyoruz.

Ama bu gezegenin hatta belki evrenin de bir bilinci var. İnsan sandığı gibi dünyanın efendisi değil henüz, belki onun bir uzantısı hala. Evet sonuçta boyadan ve tualden, topraktan ve mermerden yapılmış klasikleri kırılmaz cam vitrinlerin arkasında güya ölümsüzleştiren yeni dünya ölümü sembolik dünyasının dışına attı. Getirdiği kirlilik ve sömürüyle birlikte endüstri, çöp, yoksulluk ve açlık, sosyo-politik baskı ve savaş olarak öteledi ölümü, sınırına sürükledi. Sürüklemişti. Tekno-bilimsel gelişimlerin elinde insan ömrünü uzatma, hastalığı yenme, yaşlılığı engelleme hatta geri çevirme arzusu yani genel olarak ölümlülüğü kontrol altına alma çabalarının yön verdiği yeni dünya daha yeni yeni ölümü hiç beklemediği bir şekilde yatağına sokan küresel bir salgının elinden sıyrılıyor. Yeryüzünde yaşamın ortaklığını bu kadar açık seçik görmek pazarı durdurmayacak tabii ki hatta üstündeki zaman baskısını daha da arttırarak daha da sterilleşmesine ve saldırganlaşmasına neden olacak muhtemelen. Peki bu küresel ölüm deneyimi bizleri de ayılmaya, bir hastalıktan uyanmaya çağırmadı mı? Karşı konulmaz görünen bir yaşamın kırılganlığını görmedik mi biz de açık saçık? Bir şeyler değişecek. Hep değişiyor. İnsanlık kendi kendini imha edebilir, ediyor. Dünya insanlığın sonunu getirebilir, getiriyor. İnsanlık başka bir şeye dönüşebilir, dönüşüyor. Tüm bunlar aynı anda şimdi burada oluyor zaten. Biz uyuşmuş ve tutulmuş neyi beklediğimizi ya da ne kadar bekleyeceğimizi bilmeden beklerken, bunlar bizde ve bize oluyor.

Sanatın yeni bir algı yaratma böylece yeni bir düşünce ve yeni bir dünyanın kapılarını aralama gücü var. Bu yüzden pazar sanatı eğlence sektörü içinde eritip arzusunu ve düşüncesini baskıladığı kitleler için bir uyuşturucu, seküler bir din ‘kalpsiz bir dünyanın kalbi’, insanın boşa çıkan inanma ve anlam verme arzusunun ilacı olarak kurguluyor. Seküler yeni dünyanın güneş kremli beyaz tenli çocukları yoksulluğun insan öldürdüğü Goa sahillerinde batan güneşe ya da 50 Pound’a bilet alıp girdiği Stonehenge’de koruyucu ipler ve güvenlik görevlilerinin çevresini sardığı paleolitik dev kaya kümelerine karşı secdeye kapanıyor. Ruhaniyet peşinde sahillerine vurmuş beyazlarla rica minnet olmadı zorla çekildiği fotoğrafları sosyal medyada paylaşarak yaşama tununmaya çalışan öteki dünyanın yarı açları var bir de. Van Gogh’un eserlerinin dijital mekansal yerleştirme sergilerinde kollektif yoga seansları düzenlenmesine şaşıracak değiliz yani.

Çünkü bugün sanatın hiç olmadığı kadar yeni bir dünyaya illham verme gücü var ve bu gücün üretim araçları ve dolaşım yolları bir ölçüde açıkta salınıyor. Pazarın sanatı kendine uşak etmesi, onu her zamankinden daha çok evcilleştirmeye ihtiyaç duyması, direnen ve dönüştüren sanatı tütü giydirilip kıyafetleri tamamlayan bir takı gibi kucaklarda gezdirilen laboratuvar köpekleri gibi rezil etmesi bundan değil mi? Evet pazarın genişleme eğilimi sanatı bir grup insanın dehası ve beğenisi olmaktan çıkarıp insanlığa mal etti. Şimdi artık sanatçının ve insanlığın sanatı mal olmaktan çıkarıp direnen ve dönüştüren gücünü ona geri vermesi gerekmiyor mu? Çünkü eğlenceye ve lüks tüketime indirgenmiş bir sanat boşa çıkan anlam verme arzumuzu uyuşturan anti-depresanların yerini alıp kendimizle ve ötekiyle ilişkimize ve yeni bir dünyaya yeni anlamlar vermemize, varlığımızı olanaklarına açmamıza olanak tanımayacak.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up