menu Menu
Nebil Sayın: "Hangi sahnede hangi ustanın öğretileri işime yarıyorsa onu kullanır, üzerine kendimi koyarım."
Yazar Lokman Kurucu Kültür-Sanat, Söyleşiler Mayıs 10, 2023 8 dakikada okunur
Silikon Devrim Sanatı Önce Sanat dünyayı değiştirebilir mi? Sonra

Tiyatro çoğunluk tarafından ekonomik geliri, sosyal statüsü, eğitimi vb. yüksek olan kitlelerin ilgi alanıymış gibi algılandı ve hala öyle algılanıyor. Bunun pek çok nedeni olabilir ama sanırım önemli bir nedeni oyuncuların “tiyatro oyuncusu” olmayı fazlaca elitize ediyor olmaları.
Bu bağlamda sizin tiyatroya, genel olarak oyunculuğa yaklaşımınız aykırı duruyor. Kendinizi, sanatınızı tanımlarken sokaktan kopuk bir dil kurmuyorsunuz. Her karşılaşmamızda ‘sokaktaydım, sokağınızdan geçtim, şimdi başka sokaktayım’ diyen bir Nebil Sayın var. Tüm aktarımlarınızdan yola çıkarak; sizce sanatçı sadece sanatını üretirken mi sanatçıdır? Bunun dışında sokaktaki kişi midir? Böyle mi algılamamız lazım?

Tiyatro diğer sanat dalları gibi ya da mesela ideoloji gibi bir üst yapı kurumu. Hiçbir şeyin alt yapısının oturmadığı, halkın, sınıfların toprakla ve ekmekle olan ilişkilerinin bile çözülemediği memleketlerde sanatın “elitize” edilmesi çok normaldir. Bizde Tanzimat’tan bu yana görüntü var öz yok. Bu anlamda genç aktörlerin, star ve starımsıların tiyatro sahnesinde boy göstermeyi bir kariyer planının parçası olarak görüp çeşitli deneyimler yaşamaları makuldür bence. Başaramayanlar bu deneyimden mutlaka bir şeyler öğrenecek, başaranlar ise kendilerine yeni bir dünya kuracak belki de tiyatro dünyasına yeni bir isim katmış kazandırmış olacaktır.
Sorunuzun öznel kısmına gelince, -kusura bakmayın kendimden bahsedeceğim- yaptığım şey sanat mıdır bilmem ama ben sahnede ve kamera karşısında rol kesmeyi, bir şeyler anlatmayı ve izlenmeyi seviyorum. Haz duydukça yapacağım (evet sağlam hedonistim) . Sokağa gelince daha çok küçük yaşta sokak çocuklarına özendiğimi hatırlıyorum. Sonra bir sokağa attım kendimi, kaldırımların tozu fena bulaştı üstüme. Gittiğim her kentin ibadethanelerini, medreselerini, işçi kahvelerini, hastane önlerini, meyhanelerini, kerhanelerini dolaştım ve binlerce dost, binlerce hayat girdi hayatıma, şüphesiz sanatsal yetilerimi kullandığım zanaatime faydası olmuştur ama ben bunları oyunculuğuma katkısı olsun diye yaşamıyorum. Şüphesiz evinden çıkmayan, belli belli bir çevrede takılıp sahne set ev arası elit bir sanatçı da kendi yaşadıklarından esinlenerek sahnede benim aklımın ucundan geçmeyecek müthiş bir performans sergileyebilir. Bana soracak olursanız “herkes kafasına göre takılsın” derim.


Zizek’in Lacan’dan aktarımıydı sanırım; nereye gidersek gidelim yanımızda biri var, sevişirken bile (annem bu partnerle seviştiğimi görse ne derdi acaba? ) yanımızda bir üçüncü kişi var…Sahneye çıkarken canlandırdığınız karakter dışında başka bir ötekiniz oluyor mu? Sahnede Nebil Sayın’ın yanındaki üçüncü kişi kim?


Üçüncü şahıslardan önce kendi içimdeki yüzlerce adam ve kadın var, hepimizin var. Hepimizin içinde bir iyilik meleği, namussuz bir dolandırıcı, bir ermiş, bir katil, fahişe vs var, günlük yaşamımızda bizi temsil etmesinden en çok memnun olduğumuz hangisiyse onu “marka yüzümüz” yaparız. Ben sahnede ya da kamera karşısında bu arkadaşların hepsini yanımda bulundururum, lâzım olur. Hatta rol çalışırken de karakteri hepsiyle tek tek istişare ederiz ortak kararla birini öne çıkarırız diğerleri yedekte bekler. Benim dışımda bir insana gelince zaman zaman beni ziyaret edenler oluyor, “bu lâfı söylerken babama ne çok benziyorum görse gurur duyardı”, “bu sahneyi bakkal Mehmet abi görse ne çok gülerdi keşke gelse”, “bu sahneyi böyle yorumladığımı görse Nurşim hocam ağzıma sıçardı” gibi.

Yorum ve yönelişleri daha çok konuşarak ya da abartılı fiziksel hareketlerle dışa vuran, zaman zaman sözün, zaman zaman fiziğin hakimiyeti ele geçirdiği oyunculukların aksine fizik ve söze çok hakim, bunları istediği an istediği gibi kullanabilen “emin” bir oyuncuyla karşılaşıyoruz her işinizde. Bazen en dip gözlemci bile metnin, yönlendiricinin üstüne taştığınızı hissedebiliyor. Bu “emin”lik, bu “taşma” nın şiirsel bir tarafı olduğu kadar “saldırgan” bir tarafı da var. Bu oyunculuğun kuramsal okuması nedir?

Herhangi bir oyunculuk ekolüne bağlı kalmadım, hangi sahnede hangi ustanın öğretileri işime yarıyorsa onu kullanır, üzerine kendimi koyarım. Sahnede ses parlatma ve büyük jestler klasik donemden bir mirastır tiyatroya. Bizde de akademik eğitim başladığında Alman ekolünden çok yararlanılmış, metne göre tercih edilebilir fakat sizin sorunuz metinden ziyade metinde kendini seven ve one çıkarmaya çalışan oyuncuları işaret ediyor. Benim için metin, deyim yerindeyse “kırmızı çizgi”dir. İyi kotarılmış, zekâ ürünü, ritmi ve melodisi su gibi akan, tartım ve vuruşları yerinde bir metni çalışırken kendi katkımı, denetlenmezliğimi yazar ve yönetmenin rızası şartıyla ortaya koymaktan büyük haz duyarım. Fakat salt ekonomik sebeplerle çalıştığım vasat metinlerde böyle bir ihtiyaç duymam, benden ne isteniyorsa onu bir memur itaati ve disipliniyle uygularım.

Tiyatro’ya, tiyatrocuya görev, rol biçmek elbette ki yanlış olur. Lakin değişen insanı, değişen değerleri yansıtmak, eleştirmekten uzak gibi duruyor ya da mevcut algı buna yönelik. Tiyatro bu algıya göre hep eski metinler üzerinde dönüyormuş gibi. Mutfakta neler oluyor, metin bulma sıkıntısı mı var?

Sanatın dönüştürücü gücü yadsınamaz ama ben sanatın eğitsel bir etkinlik olduğunu düşünmüyorum, bu anlamda Aristoteles’in tragedyaya yaklaşımı bana daha yakın. Bunun yanında insanlara bir şeyler öğretmek için dramatik sanatlar kullanılabilir, (Platon’un yaklaşımı) ben tercih etmem o ayrı. Eski metinlerin tekrar tekrar dönmesi eserlerin her zaman güncelliğini korumasından kaynaklıdır. Dediğiniz gibi mesela üretim ilişkilerinin toplum ve bireyler üzerindeki etilerinin tartışma konusu yapıması noktasında Anton Çhehov oyunlarının her biri bir baş eserdir ve bundan yüz yıl sonra da oynanabilir. Orijinali de uyarlamaları da. Bana sorarsanız Yavuz Turgul’un Şener Şen’le yaptığı filmler çok başarılı birer chehov uyarlamasıdır. Yavuz Turgul’un Chehov’u çok sevdiğini, özümsediğini ve benimsediğini tahmin ediyorum, yanılıyor olabilirim. Aslında yeni metin sıkıntısı yok, çok kıymetli genç yazarlar var fakat sizin birebir yaşadığınız malum sıkıntı, kâğıt fiyatlarından kaynaklı kitap basma zorlukları ortada, bu anlamda genç yazar arkadaşlarımız eserlerini kitlelere ulaştırmakta zorlanıyor. Yeni metinlerin gün yüzüne çıkamaması biraz da bu yüzden.

“Çukur” gibi gelmiş geçmiş en popüler dizilerde oynadınız. Bu dizilerde oynamanın seyirci kitlesi bakımından tiyatroya getirisi var mı? Tv seyircisi kısmen de olsa tiyatro seyircisine dönüşebiliyor mu? Ya da çok popüler dizilerde oynamak tiyatroda dezavantajlı duruma düşürebiliyor mu?

Elbette insanlar tvde gördükleri ve sevdikleri oyuncuyu sahnede canlı görmeyi istiyorlar. Ortalama dizi seyircisini hele ki “çukur” gibi bir dizinin seyircisini bir tiyatro salonunda, müzede ya da herhangi bir sanatsal etkinlikte görmeniz imkânsızdır. Bu anlamda oyuncuları yakından görmek, birlikte fotoğraf çektirmek vb gibi hedeflerle gelirler tiyatro salonlarına. Bunun gişeye şüphesiz katkısı vardır. Gelenlerin yüzde doksandokuzu oynanan oyunla asla ilgilenmez ama biri ilgilenir ve etkilenir. İşte o bir arkadaşımız bizim için kazanımdır.

Klasik ya da değil birçok bağlamda, Türkiye’nin son 20 yılını hangi tiyatro oyunu ile anlatırdınız?

 

İlk aklıma gelen “Caligula”, “Macbeth” ve “Eşek Arıları”


Önce Sonra

keyboard_arrow_up