menu Menu
Sanat dünyayı değiştirebilir mi?
Yazar Ahmet İlhan Kültür-Sanat Mayıs 10, 2023 17 dakikada okunur
Nebil Sayın: "Hangi sahnede hangi ustanın öğretileri işime yarıyorsa onu kullanır, üzerine kendimi koyarım." Önce Şenol Erdoğan: "Herkes yoluna gider, herkes yolunu yürür, bu esnada herkes yükünü taşır, insanın nasibi insandadır, kimdeyse ve ne kadarsa gider bulur alır." Sonra

Sanat ve devrim konulu bir sayıya yazı yazmak düşünülünce modası geçmiş ve sıkıcı bir içeriğe saplanma tuzağından kaçarak meseleye odaklanmak için, içeriği güncellemek gerektiği üzerinde düşündüm ilkin…Zira bu iki sözcüğü bir arada kullanmak hem verili bir tartışmanın patinajlı dar yoluna sapma tehlikesini içeriyordu hem de sanatın işlevleri konusunda pek çok yeni soru ortaya çıkarmadan bilinenleri tekrar etme riski taşıyordu. Bu nedenle sanat ve devrim kavramlarını birlikte düşünmeden önce sanat ile ilgili düşünme pratiğini art arda estetik, insani, ahlaki ve ontolojik işlevleri ile ele almak gerektiğini düşündüm.

Sanat sözcüğü, genellikle “güzellik/estetik” kavramları ile birlikte düşünülür. Sanat için bir “töz” belirlenecekse bu “güzellik/estetik”tir, demek anlamına gelen bu yaklaşım, sanatın ne’liği ve işlevi üzerine refleksiyon geliştirmelerin merkezini oluşturur. Oysa sanatı, her zaman güzelliğe referansla tanımlamak, güzele yapılan atıf bazen sanatın gerçek nesnesini maskeleyebilir. Nitekim sanatın doğayla, gerçeklikle, ontik olanla ve fenomenle ilişkisi ve hakikate bağlılığı ile daha derin bir şekilde karakterize edilmesi gereği vardır. Bergson’un yaklaşımıyla sanatı “bir ifşa edici” ve belirli bir sosyal, toplumsal, siyasi ve insani durumun hakikatini kendi araçlarıyla keşfetme edimi olarak düşünmek gerekir. Sanat salt bir güzellik icra etme edimi olarak işlevselleştirildiğinde onu yararsız, kendinden başka amacı olmayan, hiçbir insani hedefe bağlı olmayan, ulvi bir görev edinmeksizin üretilen ereksiz bir lüks, bir keyif ve haz durumu olarak görebiliriz. Bu anlamda “amaç, işlev, fayda, görev” kavramları üzerinde bir daha düşünmek gerekebilir. Bununla ilgili olarak ilkin Kant’ın yaklaşımı gözden geçirilebilir. Ona göre sanatın da nesnesi olan “güzel”, çıkar gözetmeyen ve özgür bir tatminin nesnesidir. Kendi amacını taşıyan şey güzeldir (yani amaçsız amaçlılık) “güzellik”, gerekli bir tatminin nesnesi olarak kavram olmaksızın tanınan şeydir. Fakat Kant’ın “özgür tatmin”in tanımını yeterince derinleştirdiğini düşünemeyiz. Yani insan olarak varoluş çabamızın dışına taşan negatif veya pozitif bir edimden bahsedebilir miyiz, tartışılır. Bu bağlamda çıkar gözetmeyen özgür tatmin dendiğinde sadece pratik ve pragmatik yarardan bahsedildiğinde bu tanım geçerli olmalıdır. Aksi takdirde insan türü kendisi için kendi varoluş dinamiğine, Spinoza’nın deyimiyle “conatus” çabasına ilişkin olmayan hiçbir eylemle ilgili olamaz.

Kant’ın üstteki yaklaşımına rağmen “güzel” nesnesi üzerindeki tanımı da aslında bir yarar gözettiğimizi belirtir. Nitekim ona göre bir nesne “kendiliğinden” güzel değildir. Biz ona güzel sıfatını uygun görürüz. Burada sırası gelmişken bu yaklaşımla paralellikler gösteren Âşık Veysel’in şu dizesini de hatırlatmakta yarar var: “ Güzelliğin on par’etmez/ Bu bendeki aşk olmasa.” Kant’ta ve Veysel’de beliren yaklaşım; bizim bir şeye “güzel” deme arzusunda olmamızdır, onu güzel yapan. Bizim öznel nitelemelerimiz haricinde kendiliğinden güzel olan bir şey ya da böyle bir nitelik taşıyan bir nesne yoktur. Kısacası “güzellik”in ölçüsü de biziz. Biz, ”güzel “görme arzusu taşırız ve bu arzu, nesnesinden bağımsız olarak nesnesini seçer. Kant’ın bu noktada bir nesneden “hoşlanma” ile onu “güzel” bulmayı ayırdığını, hoşlanmayı pratik yarar gözeten ve bireysel bir edim olarak gördüğünü, hoşlanılanın tümüyle öznenin, öznel yaklaşımı gereği o niteliği taşıdığını, bunun genele uygulanamayacağını düşündüğünü ancak “güzel” için böyle düşünmediğini, güzel’in kriterlerinin tümele/evrensele uygulanabileceğini düşündüğünü de söyleyelim. Yani bir nesneye “güzel” demiş isek bu ölçü bireyselliği aşan tümelin ölçüsü olabilecek bir nitelik taşır.  Kant’ın bu konudaki karmaşık ve zor anlaşılabilecek kavramsallaştırmalarına çok girmeden kısaca onun bize hoşlanma nesnesi ile güzellik nesnesi karşısında taşıdığımız arzunun aynı olmadığını söylediğini belirtelim. Fakat sonuç olarak bize göre bu arzu amaçsız ve nesnesiz olamayacağı ve nesnesi üzerinde bir tasarruf girişiminde bulunma isteğinden de ayrı olamayacağı için, en baştan “güzel” nesnesine ilişkin çıkar gözetmeyen bir çabanın varlığını düşünmekten vazgeçebiliriz. Kant üzerinden “güzel”e yönelmemiz, konuyu dağıtmak için değil, bu daha çok sanat dendiğinde, onun nesnesi olan ve ondan ayrı düşünülemeyen “estetik/güzellik” kavramıyla kurduğumuz ilişkinin niteliğini yorumlama çabası olarak düşünülmeli. Çünkü “devrim” sözcüğünün toplumsal, siyasal bir yarar gözetmeyen bir değişim arzusu olmadığını biliriz ve dolayısıyla toplum ve genel olarak insanlığın yararına olan bir çabanın, “sanat” denilen üst üretim modeliyle ne tür bir ilişkisi olabileceğini, sanatın bu iyicil çabaya hangi araçlarla ve içerikle katılabileceğini düşünmek, bu ilişkinin niteliğini anlamakla mümkün olabilir. Bu amaçla ilkin sanatın nesnesine yönelmek ve bu nesneyi ortaya çıkarma çabasının ne’liğini, niçin’ini ve amacını sorgulamak gerekecektir.

Sanatın neyi amaçladığı ve işlevi hakkında düşünürken onu temelde hayatımızın hizmetinde olan bir olgu olarak görmekten vazgeçemeyiz. Sanat bu manada hayatın özünün gerekli ifadesi olduğu için saf, ereksiz bir çaba değildir. Çünkü en azından şunu biliriz: en çok sanat, hayatı dolu dolu yaşamamıza izin veren bir tatmin çabası olarak bizi kendine bağlı kılabilir. Nitekim bu bahiste Malraux’un sözünü hatırlamak yararlıdır: “Sanatın asli bir işlevi vardır, o da insana büyüklüğünü ve haysiyetini göstermektir.” Malraux, sanatı insan için sadece kaderinin yalnızlığından kaçmak ve insana artık bir hayvan olmadığını kanıtlamak için de gerekli görüyor: ” En büyük gizem, madde bolluğu ile yıldızların bolluğu arasında rastgele savrulmamız değil. Çünkü bu hapishanede kendi hiçliğimizi inkâr edecek kadar güçlü imgeler çizmiştik. Ölmesi gerektiğini bilen hayvanın, bulutsuların amansız ironisini düşünürken ondan takımyıldızların şarkısını koparması ve onu yüzyıllara fırlatması güzel olabilir.” Yani kendimizi salt organik bir madde, bir çeşit hayvan, psikodinamik hücreler yığını veya aşkın bir gücün iradesiz, zavallı emir kulları olarak görmekten kurtarmak; evrenin bizi bu çeşit bir yazgıya mahkûm ettiğini düşünmekten vazgeçmek; evrenin bizden sakladığı güzellikleri keşfetmek ve kendi sanatsal ürünlerimizle evrenin güzellik ürünlerine katkıda bulunmak ve içine bir soru olarak fırlatıldığımız sonsuzluğa bir yanıt olmayı başarmak, zamandan bir şeyler eksiltme hünerini göstermek için elimizde bir tek sanat var diye düşünebiliriz.

İnsanın bu yüksek ve yüceltici çabasında hayal gücü, icat ve yaratma, sanatın belirleyici aşamaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayal etmek, hayal gücü yalnızca insana ait bir edim olarak sanatsal üretimin hem referans merkezi hem de yaratıcı bilincin merkezi organı olarak yaratıcı edim yoluyla sanatın ortaya çıktığı yer olmakta ve icat mekanizmasının harekete geçirildiği zamanı tetiklemektedir. İlk başta hayal gücü kendi içinde bir yanılsama olarak ortaya çıksa da ondan doğan sanat kendi nesnesini ve kendi gerçekliğinin bir “fazlasını” yaratarak hakikate dönüşür. Ve tarih dışı sosyal bir katkı olarak sanat eseri herkeste, her zaman bulunamayacak özel bir yetinin (dehanın) ürünü olarak kendi zamanını aşan bir güce sahiptir. Kant, bu yüzden Yargı Yetkisinin Eleştirisi‘nde sanatı dehanın meyvesi olarak niteler ve onu herhangi bir zanaatsal çabadan ayrı düşünür. Sanatı yalnızca özgürlük yoluyla üretim koşuluna bağlayarak özgün bir konuma taşır ve aklı da sanatsal eylemin temeli olarak yerleştirir.  Bu bağlamda diyebiliriz ki akıl ve deha ürünü olarak sanat olgusu, insanın kendisine meydan okuyan bir ortamdaki varlığının farkına varmasıyla aynı zamanda ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla ancak sanatın ayak izleri geriye doğru takip edilerek insanlaşma sürecimizin serencamına ilişkin bilgiye ulaşabiliriz. İnsanın insanlaşma çabasının en üst ve belirgin göstereni olarak sanat tüm ehlileştirme girişimlerine direnir, her zaman kaderinin yönünü izleyerek uçmaya, ebeveyni tarafından bile yakalanamayan bir kaçışa, kendini “yozlaştırıcı” olumsallığın ve “yozlaştırıcı” olumsallığın boyunduruğundan ve hapishanesinden kurtarmak için olduğu gibi kaçmaya doğru uzanacaktır. Kanaatimce sanatın yaşamdaki varlığına verilebilecek en üst anlam da bu olmalıdır. Ve sanatın bu anlamı onun en devrimci dönüşüm dinamiğinin özüdür.

Sanatın yüzyılları aşıp geçmişe tanıklık etmesi, insan yaratımının zamana karşı koyduğu imgeler dizisi olması onu; kültür, dil ve sınır farklılıklarının ötesinde, yeryüzündeki tüm insanlar arasında eşsiz bir iletişim faktörü haline getirir. İnsanın “güzellik” tutkusunun, âşkının onu, herkesle iletişime, duygu yoğunluğuna sokacağı; birey olarak kendisini ontolojik bir yazgı gibi beliren yalnızlığından kurtaracağı ve varsa ortak bir şimdiye birlikte sahip kılacağı, yoksa da bunu kolektif bir gelecek hülyasına çevireceği olanakları ancak sanatsal üretim sağlayabilir. Ayrıca sanatın karşılıksızlığı ve çıkar gözetmemesiyle insan özgürlüğünün gücünün gerçek bir kanıtı olabileceği düşünülmelidir. Nitekim sanat gerçekten de özgür olduğu ve olması gerektiği için insana estetik bir dünya yaratma yeteneğini bahşeder. Bu özgürlük tavrıdır ki özgürlüğünü gerçekleştirdiği ölçüde de hem izleyicisi için hem de yaratıcısı için orijinal/yaratıcı/dinamik ve “devrime” açık bir bilinç düzeyi oluşturur.

Sanat, mevcutta olmayan bir güzellik yaratmanın dışında bize güzellik formları sunarak dünyanın güzelliğini görmemizi ve onu görünür kılmayı öğretir. Schopenhauer ’un şu sözleri bu yüzden anlamlıdır: ” Sanatçı bize dünyaya bakmamız için gözlerini ödünç veriyor .” Yani dünyaya, kendimize ve nesneye yeni bir bakma düzeyi vererek içinde ve bir parçası olduğumuz doğal dünyadan, bizi onun salt natürel/organik bir uzantısı olmaktan kurtarıyor ve aşkın ben”ler halinde her şeye başka türlü bakma olanağı yaratıyor. Sanat yoluyla işlediğimiz, güzellikle donattığımız ve yüceleştirdiğimiz nesne gerçekte kendi varoluşsal benliğimiz oluyor. O nesnede varlığımızın yankısını, ışıltısını ve varsa sihrini buluyoruz. Bu yolla bizi bu sonsuz akışın tozundan, parçalayıp yokluğa iten gücünden ve herhangi bir şeyi olmaktan kurtaran çaba da yalnızca sanat oluyor. Her bir sanat nesnesinde gördüğümüz şey nihayetinde kendi ontolojik ve semantik varlığımız oluyor. Sanatın öncelikle eleştirel ve özgürlükçü doğası onu; tüm politik, siyasi, normatif zorlamalara, geleneklere, dayatılan ve anlamını yitirmiş tüm kurallara başkaldırı içinde tutar. Bu bakımdan toplumun, bireyin, erk’in, giderek dönemlerin, tarihsel süreçlerin deniz feneri sanat ve sanatçı oluyor. Yeni değerlerin, normatif ölçülerin, sanatsal yaklaşımların icadı ve bu yolla insan uygarlığının incelikli-nitelikli gelişimi sanat ve sanatçı eliyle oluyor. Aristoteles, Hegel, Heidegger ve daha nice filozofun sanat ve sanatçıya biçtiği paye de budur. Hegel, bu nedenle Estetik‘te ona en yüksek görevi verir. Ona göre bir eser, sanatçının elindeki sınırlı araçlarla doğayı yeniden üretmekle değil, onu yeniden yaratmayı amaçlayarak var edilir. Bu nedenle, resimde doğayı değil, insan ruhunu düşünüyorum, der: “Sanat, bilincin öz-farkındalığa dönüşme aracıdır, yani tinin doğayı kendine mal etme ve onu insanlaştırma yoludur. Bu nedenle, kendimizi orada düşündüğümüz için sanat bizi ilgilendirir.”  Yani insanı, bulunduğu zoolojik habitattan çıkararak, evrensel doğanın salt doğal bir uzantısı olmaktan kurtararak onu aşkın bir edim içinde yüceltme işlevi sanatın biricik “devrimci” işlevidir. İnsan bu yolla doğal dünyadan ayrılır ve doğa formları arasında üst bir form olarak doğaya kendi özgün dokunuşunun, bakışının toleranslı olanaklarını elde eder. Sanatın insanı taşıyacağı bu yücelik konumu, ona yüklenen bütün pragmatik-pratik, siyasi ve politik ve hatta estetik işlevlerden önemlidir.

Freud’a göre bu yüceltme, libidonun cinsellikten arındırılmış hedef ve nesne değişikliğiyle uygarlığın en yüksek kazanımlarına doğru yer değiştirmesidir. Sanatçı da bu libidonun bir esiri olarak edimde bulunur diye düşünür. Buradaki yaklaşımın, bizim sanatçıyı ve sanatı yerleştirdiğimiz yücelik konumuyla uyuşmadığını söyleyebiliriz. Çükü ona göre cinsellik vizyonuyla sınırlı bilinçaltı seyirmeleri olarak sanat ürünü ortaya çıkar. Ancak Freud ve psikanalistler, sanata yalnızca erotik bir köken atfetmekle, onu çok da iyi açıklayamadıkları indirgemeci bir çerçevenin içine yerleştirirler. Oysa kendimizi salt cinsellik ve ölüm dürtüsü tarafından yönetiliyor/yönlendiriliyor olarak göremeyiz. Yani eğer varsa bile bizde bilinçdışının sadece bastırılmış kötücül duygular/veriler barındırdığını düşünemeyiz. Nitekim onun aynı zamanda başarı dürtüsünü ve değerler duygusunu içeren yaratıcı bir dinamiği olduğunu da düşünebiliriz. İçimizde kendiliğinden beliren adalet, sevgi, hakikat, güzellik tutkusu bununla ilgili olmalıdır. Bu bakımdan yüceltme/ yücelik, hepimizin içinde aşkın bir ideal ve ufuk olarak var olanın gerçekleşmesine, bu coşkulu duruma duyulan bir inanç ve çaba biçiminde düşünülmeli. Nitekim bu bağlamda bütün insanların/insanlığın bu boşluğa, özgürlüğe, deliliğe; içimizde yaşayan ve bizi olmuş bitmiş bir durum değil de olduğumuz yerden/şeyden daha yüce bir vaade, ideale yönlendiren uçsuz bucaksızlığa karşı içsel açıklığa ihtiyacı olduğunu bilmeliyiz. Geçmişimiz tarafından belirlendiğimizi ama geleceğimiz tarafından da özgürleşeceğimizin bilinciyle kendimizi en yaratıcı tasarılarımızla geleceğe yansıtmazsak özgürleşemeyeceğimizi, anlam bulamayacağımızı, dolayısıyla yücelemeyeceğimizi de bilmeliyiz. Potansiyelimizin gelişimi ve yücelik konumu insanda ve zamanda gerçekleşecek olan bu transfer yoluyla mümkün olacaktır.  Bu düzeye ulaşıldığında, sanatın temel işlevi olan ontolojik işlevi gerçekleştirilmiş olacaktır. Bu, sanatın nihai ve en devrimci amacıdır. Bize gerçek doğamızı ve temel varlığımızı göstermek ve onu olduğu ve bulunduğu yerden anlamlı bir biçimde geliştirerek, yüksek değerlerle donatarak geleceğe taşımak sanat deneyimimizin en devrimci hedefidir.

Sanatsal üretimin, çabanın bizi bir biçimde etkilediğini, bedenimize olduğu kadar zihnimize de dokunduğunu deneyimler ve görürüz. Bu yolla düşünme ve algılama şeklimizi etkileyip değiştirebildiğini de fark ederiz. Sanat somut ve pratik olarak dünyayı değiştiremez elbette ama dünyaya bakışımızı değiştirerek dünya nesnesiyle ilişkimizin niteliğini/düzeyini yükseltir ve bu yolla onu devrimci bir çabayla değiştirmek ve dönüştürmek için bize güç, irade ve bilinç sağlar. Kısacası sanat, yeni bir dünya vizyonunu teşvik edebilen ve toplumun işleyişi ve değerleri üzerinde etki yaratabilen, kendi başına bir araştırma ve yaratma alanı olarak bilime giden yolu da açar, çünkü onun gerçekliği temsili, bir gerçeklik düşüncesini tercüme eder. Yani bu dünyayı/verili düzeni, yaşamı, olağan akışı sorgulayarak bizi şaşırtmak, olaylara bakış açımızı sarsmak, farklı bir gelecek düşünmek ve neden daha iyi bir dünya, yaşam ve gelecek olmasın sorularını sordurmak ve bilgilerimizi de bu amaçla örgütlemek ancak sanatın sunduğu ilerici ve yaratıcı projeksiyonla mümkün olur. Son olarak başlıktaki soruya dönersek; evet, sanat dünyayı değiştirip dönüştürebilir fakat biliriz ki sanat, ancak yavaş ve öngörülemez bir hareketle dünyayı daha derinden dönüştürüp değiştirme güç ve işlevine sahip yaratıcı bir araç olarak dünyaya müdahale edebilir. Bu bakımdan ondan devrimin güncel, pratik ve politik yararını gözetmesini beklemek yanlış olacaktır.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up